10 Kasım 2011 Perşembe

Yine mi sen Hırvatistan!

Haziran 2008, Türk futbolseverler için mucize kavramı yeni bir boyut kazanmıştı, işte o mucizenin kurbanlarından biri Hırvatlar bu kez de 2012 Avrupa Şampiyonası play-off turunda çıktı karşımıza. Yine çok büyük beklentiler ile başladığımız eleme grubu macerası 2008'deki mucizeyi sonlandıran Almanların insafsız performansı ile başka bahara kaldı. Katıldığımız turnuvaların hiçbirine direkt katılmadığımızı düşünürsek play-offa kalmak yeterli olarak görülebilir; fakat eleme maçları boyunca ortaya konan performans hiç de öyle olmadı. Marka değeri martavalını bırakıp şapkamızı önümüze koyup futbolumuzun nereye gittiğini düşünmemiz gerekiyor. Futbolun elit ülkeleri arasına girmemiz için çok uzun bir yolumuz var. Elemelerde oluşan puan tabloları yolun neresinde olduğumuzu gösterir nitelikte. Gruplarını ilk sırada bitiren takımlar; iki futbol ekolü Almanya ve Hollanda, tarihimizde galibiyet alamadığımız İtalya ve Fransa, gol dahi atamadığımız İngiltere, bize pek şansı tutmayan ama 2004'ten beri turnuva alışkanlığı kazanan Yunanistan, zamanında sık sık yenildiğimiz Sovyetlerin mirasçısı Rusya. Sadece 1954 Dünya Kupası eleme maçlarında bir kez yenebildiğimiz son Dünya Kupası sahibi ve Avrupa Şampiyonu İspanya'yı hiç karıştırmamak en iyisi zira birkaç yıldır başka bir evrende gibiler.
2014 Brezilya yolunda karşılaşacağımız rakiplerin eleme performanslarına bakarsak; Hollanda 27 puan ile vizeyi çok rahat aldı, Estonya ise tarihi bir başarıya imza atarak 16 puan ile playofflara kalmayı başardı, Macaristan 19 puanla 3. olabildi ve Romanya 14 puan topladı. Bugünkü performasımıza baktığımızda, kendimize çeki düzen vermezsek bu tabloda 2014 Dünya Kupası da hayal olabilir.
Eşleşme sonrasında intikam naraları atılması beklenirken Hırvat cephesinden en azından futbolcular ve Biliç'ten ılımlı ve kendine güvenir açıklamalar geldi. İki tarafı teraziye koyduğumuzda yetenek olarak Hırvatlardan eksiğimiz olduğunu söyleyemeyiz lâkin form durumu olarak rakibin ağır bastığı aşikâr.
Kadrolara baktığımızda, 2008'den bu yana iki ekibin de değişim içinde olduğunu söyleyebiliriz. Hırvatlar bu değişime rağmen en zayıf halka olarak gösterilen savunma hattını değiştiremediler, sadece emektar Robert Kovac'ın yerine genç Lyonlu Lovren'i monte ettiler. Orta alanda anahtar oyuncu konumundaki Modric ve Leko,Rakitic,Vukocevic dikkat edilmesi gereken oyuncular. Forvet hattında ise bizden katbekat üstünler. Petric'in eksikliğinde, Eduardo, Jelavic, Olic ve çok formda bir Mandzukic, hangisi oynasa başımıza iş açabilecek oyuncular, Biliç'in eli bu yönden çok zengin.
Milli takım tercihlerine göz attığımızda en zengin bölgemizin kaleci olması futbolumuz açısından pek de umut dolu bir görüntü değil. Nuri'nin yokluğu da tabii ki en büyük eksiğimiz.
Hiddink'in (ya da Oğuz Çetin'in desek daha doğru olur) kadro seçimine değinelim;
Volkan Demirel: Her kaleci gibi genç yaşlarda taraftara saç baş yoldurttuğu zamanlar oldu. Daum'un 'kalede onu gördüğümde dehşete kapılıyorum' açıklamasından sonra eldivenleri teslim ettiği Volkan, hâlâ eski günlerini aratmayacak hatalar yapsa bile istikrarı yakalayıp Engin İpekoğlu ve Rüştü Reçber'den sonra kaleyi devraldı. Çok iyi bir kaleci jenerasyonu yakalamamıza rağmen sakatlık veya ceza olmadığı halde eldivenleri teslim etmesi zor.
Sinan Bolat: Son dakikalarda attığı kafa golü ile takımına maç kazandırarak aklımıza kazınan Sinan, Türkiye'ye geldi gelecek dedikodularının ardından yine Standard Liege'de kaldı. Geçtiğimiz yıllarda Volkan ve Onur'un yokluğunda 3. tercih durumunda kaleyi koruduğu zamanlarda sırıtmadı. Bir gün muhakkak Türk takımlarından birinde izleyeceğiz.
Tolga Zengin: Şenol Güneş'in gelişi ile Onur'un gölgesinde kalan, beklenen patlamayı yapamayan Tolga, Onur'un talihsiz sakatlığı ile Şampiyonlar Ligi'nde maç kazandıran ve Real Madrid'in takip ettiği bir kaleci konumuna geldi.
Trabzonspor tarihinin 1975 ile başlayan şampiyonluk yıllarında kalesini koruyan efsane kalecisi ve şimdiki hocası Şenol Güneş'in yönetiminde olmak bu iki genç kalecinin parlamasında en büyük etken tabii ki.
Gökhan Gönül: Mevkisinde belki de dünyanın en önemli oyuncularından biri ancak Fenerbahçe'de gösterdiği devamlılığı milli takımda bir türlü sağlayamadı buna rağmen gittiği her takımda formayı alabilecek, oynadığı zaman fark yaratan bir oyuncu.
Sabri Sarıoğlu: Galatasaray'ın sembolü haline geldi. Çok eksik yönü var ama hırsı ve devamlılığı onu her hoca için vazgeçilmez kılmaya devam ediyor.
Servet Çetin: Shevchenko faciasından sonra düşüşe geçen kariyerini toparlamayı başarmıştı ki bir de Mario Gomez faciası yaşadı, bakalım bu kez toparlayabilecek mi. Sakatlık da araya girince genç Semih'e formayı kaptıran Servet formsuz durumda, muhtemelen 11'de yer almayacak.
Ömer Toprak: Freiburg'tan sonra Leverkusen'da da kadronun değişmez oyuncusu oldu. Servet'in yokluğunda arka ikilide büyük ihtimal ile onu göreceğiz.
Egemen Korkmaz: Bursaspor, Trabzonspor derken Beşiktaş'ın halihazırda kadrosunda en güvendiği isim, milli takımda da yeri garanti.
Giray Kaçar: Hacettepe'den geldiğinden beri Trabzonspor'da bir var bir yok olan Giray, Şenol Güneş'in gelmesi ile istikrarı yakaladı. Egemen'in yanına defans alternatiflerinden biri.
Hakan Balta: 10 üzerinden notlasanız bir sol bek olarak sahadaki tüm görevlerini 6 ile yapan bir oyuncu. Kronik sol bek eksikliğine çare oldu fakat standardının altına düştüğünde oynadığı takım için maça mal oluyor.
İsmail Köybaşı: Gelecek vadeden bir futbolcu iken 22 yaşına geldi hâlâ gelecek vadediyor. Hakan Balta'dan bile formayı çekip alamaması her şeyi anlatıyor. Çağdaş bir sol bekte olması gereken tüm yeteneğe sahip ama bir türlü beklenen düzeye gelemedi.
Hamit Altıntop: Milli maç sonraları Hamit'in konuşmalarını dinlemek futbolumuzun bugünü ve geleceği adına her şeyi özetliyor, sahada zaten milli takımın vazgeçilmezi.
Gökhan Töre: Türkiye'yi seçen, Alman tedrisatından geçmiş bir başka oyuncumuz, top ayağında olduğunda heyecan yaratıyor ancak henüz formayı alabilecek durumda değil.
Selçuk Şahin: Milli takımın vazgeçilmezi oldu çıktı, Fenerbahçe'de dahi düzgün forma şansı bulamazken milli takım aday kadrosunda yeri garanti olan Selçuk, Hiddink'in kadro seçimlerini yapmadığı yönündeki düşüncelerimizi kuvvetlendiriyor.
Mehmet Topal: Ç.Dardanelspor'dan geldi, bir hafta sonra Anfield Road'ta Liverpool'a karşı Galatasaray forması giydi, ardından Valencia'ya transferi ve halihazırda Chelsea dedikoduları, buna rağmen zaman zaman teknik heyete yaranamayarak aday kadroya dahi çağrılmadı, milli takımdaki yerini bir türlü garantileyemedi.
Emre Belözoğlu: Sahadaki agresif tutumundan kurtulabilse futbolu için söylenebilecek olumsuz hiçbir şey yok. Gözü kapalı 11'e yazılacak bir futbolcu.
Selçuk İnan: Mondragon'a attığı uzak mesafe golleri ile Manisaspor kariyeri ardından Trabzonspor'da evrim geçiren Selçuk Galatasaray'da kariyerinin zirvesine çıktı. Son haftalarda rakiplerin markajında kaybolsa da Burak ile oynama alışkanlıkları son zamanlarda olduğu gibi bu maçta da en büyük kozumuz.
Caner Erkin: Fenerbahçe'de yeniden doğdu, hücum anlamında yeteneklerini sergilemeye başladı ama Arda varken milli takımda formayı alması zor.
Arda Turan: Söylenecek fazla şey yok, Türk futbolunun son dönemdeki en yetenekli futbolcusu. Milli takım ondan çok şey bekliyor.
Ozan İpek: Bursaspor'un şampiyonluğunda çok büyük rol oynayan Ozan, düşüşe geçen performansını yine ayağa kaldırarak milli takıma kadar yükseldi. İlk 11 olmasa da teknik heyetin elini zenginleştiren bir koz.
Burak Yılmaz: Hakan Şükür'den sonra milli takım forvetinde oluşan boşluğu tam anlamıyla kapatabilen ilk isim. Her yönü ile tam bir forvet oyuncusu zira geçen sene ve özellikle bu sene performansı ve rakamlar her şeyi ortaya koyuyor. Kaybolacak iken o da Şenol Güneş ile canlandı. Forvette rakipsiz.
Kazım Kazım: Forvete koysanız olmuyor, sağ açığa koysanız sürekli bir şeyler eksik buna rağmen yeteneklerine inancını yitirmeyenler hala mevcut. Galatasaray, Fatih Terim bu şansı ona verdi. Son haftalarda yine formsuz, ilk 11'de şans bulamayabilir.
Umut Bulut: Geçen sene kariyerinde zirve yaparak, Fransa'ya Toulouse'a transferini gerçekleştirdi. 4-3-3 sisteminde Burak'ın alternatifi.
Halil Altıntop: Bulunduğu takımlarda istenen performansı gösteremedi ve daha farklı bir role büründü, yıllar geçtikçe golcü sıfatından uzaklaştı. Kardeşinin gölgesinde kaldı, zaman zaman yükseldiği milli takımda alternatif olmaktan öteye gidemiyor.

Her şeye rağmen bu milli takımın 2012'de Polonya ve Ukrayna'da bulunması gerek, milli takımımızın yer aldığı turnuvaları da milletçe çok büyük heyecan ile ve çok farklı duygular içinde izlediğimiz de bir gerçek. 1996 İngiltere, 2000 Belçika/Hollanda, Letonya'ya kaybettiğimiz play-off ve kaçırdığımız 2004 Portekiz sonrasında 2008 Avusturya/İsviçre'de de yer aldık. Bu kez de başarırsak en azından Avrupa Şampiyonası anlamında bir turnuva alışkanlığı yakaladık diyebiliriz. Terazide Hırvatlar ağır bassa da, form durumu ve istatistik ibresi rakibi gösterse de söz konusu milli takımımız olunca daha önce de defalarca gördüğümüz kadarı ile gerisi teferruat oluyor. Bunu bir de Hırvatların kalecisi Pletikosa'nın ağzından dinlemek en güzeli.

6 Kasım 2011 Pazar

Galatasaray - Mersin İdman Yurdu

Galatasaray'ın önüne Mersin maçı öncesi zirveye bir adım daha yaklaşma şansı geldi. Fenerbahçe dün gece 3 puan bıraktı Sivas'ta, Sivas'ta başlayan 27 maçlık seri yine Sivas'ta noktalandı, 3 Temmuz'dan beri süre gelen yıpratıcı olaylara teğet geçip hiç bulaşmadan futbol konuşmak gerekirse; en büyük rakibin, lig lideri 27 maç sonra yeniliyor, eline gelen fırsatı değerlendiremiyorsun, Galatasaray yıllardır puanları bol kepçeden dağıttığı için aslında taraftar da alıştı bu duruma. Maç ilerledikçe, goller kaçtıkça GS taraftarında genel kanı Fener'in yenildiği hafta biz de puan kaybederiz zaten şeklindeydi. Totem olduğuna inanmıyorum zira yıllardır takım ve taraftar öylesine alıştı ki puan kaybına ne elde yapacak totem kaldı ne de toteme inanç. Fatih Terim geldiği günden bu yana 'takımın kendine güvenini yeniden kazanması ve galibiyet alışkanlığı yakalaması gerekiyor' şeklindeki teşhisini tekrarlıyor lâkin Galatasaray mehteran yürüyüşüne devam ediyor. Kısacası uzman hekim uzmanlaştığı yere döndü, teşhisi de koydu ama uyguladığı tedavi henüz sonuç vermiş değil.
Servet'in ve Engin'in yokluğunda, Galatasaray son maçlarda sahaya çıktığı ideal 11 ile çıktı MİY karşısına, son dönemde rakip forvetlerin hallaç pamuğu gibi sallayıp attığı Servet, zaten formsuz durumda iken bir de araya sakatlık eklenince geri ikilide yerini Ujfalusi'ye bırakmıştı. Sezon başından beri sakatlanmayarak bir sezon boyunca oynadığı maç sayısını neredeyse yakalayacak olan Gökhan Zan da nihayet sakatlanınca forma genç Semih'e kaldı bir anda. Aslında Galatasaray'da hele başında Fatih Terim varken, bir genç futbolcunun sadece sakatlıklara binaen formayı kapması üzücü ama buna da şükür diyelim, hemen geçen sene lige havlu atmış bir takımda bile gençlere şans verilmediğini hatırlayalım. Fatih Terim'den artık genç oyuncuları takıma monte etmesini bekleyemiyoruz, yıllardır sezon öncesi kamplarda gördüğümüz gençler ne yazık ki kamp sonrasında sırra kadem basıyor, maalesef artık umudu kestik zira Arda dışında altyapımız yıllardan beri evlere şenlik ama hocamızdan en azından bir genç ismi seneler önce defaat ile yaptığı gibi Galatasaray'a kazandırması yönünde bir beklentimiz var biz romantik futbol seyircilerinin. Büyük bir sakatlık geçiren, uzun süre yeşil sahalardan uzak kalan Semih Kaya'yı o forma altında görmek beni ve benim gibi binlerce GS taraftarını son derece mutlu etti. Öyle ki bir savunma oyuncusu olmasına rağmen her hareketi sonrasında tribünlerin ayağa kalkması özlemin boyutlarını ortaya koyuyor, bu taraftarın takımından görmek istediği şey özellikle de altyapıdan yetişen bu genç futbolcular. 2 haftadır savunmada güven veren genç futbolcu bir aksilik olmazsa, sanırım yıllar önce Arda'nın yaptığını yapacak ve formayı alıp bir daha bırakmayacak. Geçen hafta Terim'in 'Oynadığı sürece sorun yok. Ben formayı veririm. Onlar aldıktan sonra kimse de alamaz. Gökhan ve Servet takıma döndüğünde kim iyiyse o oynar.' açıklaması ve Servet'in bu hafta yedek kalması da en azından şimdilik formayı kaptığının göstergesi.
Maça gelecek olursak, ilk yarıda Mersin de geri adım atmayıp alanı çok iyi daraltınca başa baş bir oyun izledik, Galatasaray rakibini bunaltamadı fakat bölüm bölüm de olsa şu alışkanlığı yakaladığını söyleyebiliriz; defansından forvetine herkes topun olduğu bölgede kümelenip oyunu rakip alana yıkmaya çalışıyor. Sonuç olarak ilk yarıdaki tek pozisyonunu gecenin şanssız adamı Elmander ile yakaladı sarı kırmızılılar. İlk yarı sonunda bir türlü takıma ayak uyduramayan Riera'nın pas hatası Mersin'e penaltı kazandırdı. Türkiye'ye gelen İspanyollardan verim alamadığımız aşikâr. Yeniköy kasabı dedik Del Bosque'yi yolladık, dede dedik Aragones'i yolladık, okçu diye aldık bir tane ok atamadan Güiza'yı yolladık, Guti geliyor dedik yeri göğü inlettik, gece hayatından başka bir şey konuşmaz olduk, Senna beklerken Josico geldi, Maldonado'dan beter çıktı, yolladık, son olarak Riera geldi, henüz yaptığı hatalardan başka bir şey göremedik. Bir yerde yanlış yaptığımız kesin ama bu konuya girersek sonunu getiremeyiz. Maça dönelim, Moritz penaltıda Muslera'yı geçemeyince ilk yarı golsüz geçildi. Uruguaylı geldiğinden beri inişli çıkışlı bir grafik çiziyor ama genel görüntü itibarıyla hele hele Mondragon'dan beri kalenin Leo Franco, yıllardır yedek kalan, defalarca şans yakalayıp formayı alamayan Aykut ve kendine güveni olmayan Ufuk'a kalmasından sonra Muslera bize kaleciden de öte.
İkinci yarıda Galatasaray baskıyı da kurdu, Elmander'in çok net 3 pozisyonu daha vardı ama kendisi izleyen herkese saç baş yoldurtmayı seçti. Her ne kadar bu gece şanssızlığı üstünde olsa da Elmander'den bir sezonda 20-25 gol atmasını, gol kralı olmasını bekleyemeyiz zira şu ana kadar bunu bulunduğu hiçbir takımda başaramadı zaten o tip bir forvet de değil, buraya gelirken de o amaçla gelmedi ama Baros'un form tutamaması sonrasında bu rol üstüne kaldı. Mersin az geldi öz geldi, 60'ta maçı kazanacak fırsatı yine yakaladı ancak Ozokwo kolay olanı yapamadı, topu boş kaleye gönderemedi. Ahlar vahlar arasında kaçan gollerden sonra klişe deyim ile maç başladığı gibi sona erdi. Erhan Güven, İbrahim Kaş, Çağdaş Atan ve Mustafa Keçeli ile saatli bombaya benzeyen Mersin savunmasına gol atamamak da ne olursa olsun bir başarısızlıktır Galatasaray için, kaleye bir de sakat Hakan Arıkan'ı eklersek, puan tablosuna bakıp Mersin İdman Yurdu'nun bulunduğu yeri gördükten sonra teknik direktör Nurullah Sağlam'ı gönülden tebrik etmeliyiz.
Galatasaray'ın kanat oyuncuları Kazım ve Riera, ikisi de ceza alanına girmeyi sevmeyen, gole dönük olmayan, aynı tip oyuncular, böyle olunca iki futbolcunun yıllık gol ortalamaları iki elin parmaklarını geçmiyor. Sonuç olarak, bu iki futbolcu aynı anda sahada olduğu zaman takımda gol yükü sırtına binen diğer oyuncular da aksayınca Galatasaray tekliyor. Sezon başında Culio'nun Arda var diye verilmesi Reyes'e ve Podolski'ye niyetlenirken Arda'nın da takımdan ayrılması ve Riera'nın alınabilmesini Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak diye tanımlamak en doğrusu olacaktır. Galatasaray'ın transfer konusunda en büyük hatası bu oldu. Eldeki alternatiflere baktığımızda; Yekta, belki de artık formayı kapacak iken geçen hafta sakatlandı, Aydın konusuna hiç girmeyeceğim yoksa klavye elimde kalır, Sercan desek, mecburiyetten kanatlarda kullanılabilir ama o da gerek Bursa'da gerek burada bir türlü formayı alamadı, yıllardır bir ilerleme kaydedemedi, M.United'ın izlediği bir futbolcu iken maalesef hala yerinde saymaya devam ediyor. Geriye tek seçenek kalıyor o da Sabri, ama nedense gerek milli takımda gerek Galatasaray'da Sabri'yi zorla orta alanın ortasında oynatma hevesi var. Futbol hayatına sağ açık başladı, mecburiyetten ve tabii ki yetenek yoksunluğundan sağ bek yapıldı, yeni yeni orada oynamayı öğrendi ki şimdi de orta sahada Sabri'den bir şeyler beklemek maceraperestlikten başka bir şey değil. Eboue ve Sabri ikilisi şu takımda neden bir türlü önlü arkalı sağ kanatta oynatılmıyor anlamak mümkün değil. Eboue'ye ayrı bir parantez açmak gerekirse, çok yönlü olması fayda sağlaması gerekirken, geldiğinden beri burada başına bela oldu diyebiliriz zira bir sol açık bir orta saha bir sağ bek bir sağ açık oynamaktan takıma adapte olamadı. Bu gece onu görmeye alışık olduğumuz yerde, sağ bekte neler yapabileceğini de yine gösterdi bize. Selçuk ise bütün maç markaj altında etkisiz kaldı, Galatasaray'ın Selçuk'tan beklediği şeyler çok farklı ama şu ana kadar bunları gerçekleştiremedi. Özellikle bu maç sahada kayboldu. Melo, bu maç çok değişken bir performans sergiledi ve beklenenin altındaydı. İkinci yarıda oyuna dahil olan Ayhan, orta sahadaki tüm oyunculardan daha etkili oldu, bu maçta orta sahanın vahametini özetleyen cümle bu olsa gerek. Bu maçın gösterdiği bir başka nokta ise Galatasaray'ın ihtiyacı olan forvet transferinin artık kesinleşmesi. Oynanan futbol hâlâ daha hayal edilen düzeyde olmasa da en azından sene başından beri takıma aşılanan ve yitirilmeyen heyecan, istek ve hırs gelecek adına umudumuzu korumamızı sağladı. Kadro istikrarı sağlandıktan sonra daha da iyi olacağı muhakkak. Altyapıdan yetişen genç bir futbolcunun o forma ile sahaya çıkması ve aslanlar gibi çarpışması bile bir motivasyon kaynağı olmalı bizim için, sabırlı olmak gerek.
Neticede pozisyon olarak zengin, lig ortalamasının üzerinde bir maç izlememize rağmen futbolun meyvesinin tadına bakamadığımız bir gece oldu.

4 Kasım 2011 Cuma

Unutmadık... Sedat Balkanlı...

Geçmiş yıllarda ünlü Fransız yazar Molière, şiddet karşıtı ve ırksal eşitlik görüşleri ile tüm dünyaya insanlık dersi veren, “Bir Hayalim Var” sözü ile akıllara kazınan, pasifizmin en önemli temsilcilerinden Martin Luther King ve de yaşarken değerini bilemediğimiz şairimiz Nazım Hikmet gibi tarihte önemli yer edinen insanların hayata merhaba dediği 15 Ocak gününde İstanbul’da gözlerini açıyordu dünyaya Sedat Balkanlı, 1965 yılında yani Tanrı’nın bizlere, Aykut Kocaman, Ali Gültiken, Gheorghe Hagi, Gianluca Vialli ve belki de oyun tarzının en çok benzediği Laurent Blanc gibi futbol yıldızlarını armağan ettiği bir yılda doğuyordu. Futbol hayatına Gaziosmanpaşa’nın altyapısında başlıyor ve 1984 yılında 19 yaşında genç bir delikanlı iken yine aynı takımda profesyonel futbol hayatına adım atıyordu. Bundan bir sene sonra ise hayat arkadaşı olacak Şükran Balkanlı ile tanışıyordu. Fenerbahçe’nin, hocası Veselinoviç ile gol ve puan rekoru kırdığı 1988 yılında ise 1. lige yeni yükselen Konyaspor’a giderek ilk transferini gerçekleştiriyordu. Yine aynı sene Şükran Hanım ile nikâh masasına oturuyordu. Konyaspor’da geçirdiği 4 yıl esnasında bu küçük aileye, birer sene ara ile oğulları Efe ve Uğur katılıyordu. 1992 yılında, aralarında Beşiktaş, Trabzonspor ve Boluspor’un da olduğu birçok takım peşine düşmüştü Sedat’ın, ancak o yıllarda çok meşhur olan futbolcu kaçırma furyasına bir yenisi ekleniyor ve Sedat Balkanlı araba ile kaçırılarak Bursaspor’a imzayı atıveriyordu. Yeşil-beyazlı forma ile milli takıma kadar yükselen Sedat, sadece 2 kez milli formayı terletmiş olsa da ileride imzası haline gelecek kafa gollerinden birini de Norveç’e karşı atarak, uzun süre bu gol ve sevinci ile spor programlarının jeneriklerinde arzı endam eyliyordu. Çok geçmeden özellikle hava toplarındaki hâkimiyeti ile yine büyük kulüplerin dikkatini çekmeyi başarmıştı. Neticede 1994-1995 sezonunda geldiği Galatasaray’da ikiz kuleler Saffet Sancaklı-Hakan Şükür ve savunmadaki partnerlerinden biri olan Norman Mapeza ile birlikte korkutucu bir hava kuvveti oluşturuyordu zira hepsi kafa ile olmak üzere toplam 8 gole imza atmıştı o sezon ki bu ona unutulmaz “Altın Kafa” lâkabının takılmasına yol açıyordu. Buna rağmen Galatasaray forması ile tekrar milli takıma yükselme başarısı gösterememişti. Feldkamp sonrası Alman hoca akınında takımın başına getirilen Reinhard Saftig’in sezon sonuna doğru takımdan ayrılması ve Souness’ın gelmesi ile gözden düşen birkaç futbolcudan biri olan Sedat Balkanlı, kiralık olarak Eskişehirspor’a gönderiliyordu. 1996’da memleketlisi Ali Şen vasıtası ile bir büyük transfere daha imza atarak her futbolcunun hedefi olan şampiyonluk yaşama hayali ile Fenerbahçe forması giyiyordu bu kez. Genelde Högh-Uche ikilisinin arkasında yedek beklese de az da olsa forma şansı bulabilmişti. Ancak o sezonun ortalarından itibaren bir anda sağlık problemleri yaşamaya başlayan Sedat, sezon sonunda da futbolu bırakmak zorunda kalıyordu. 1997’nin ağustos ayında ise milyonda bir görülen Amyotrofik lateral skleroz (ALS) hastalığına yakalandığı ortaya çıkıyor ve doktorlar sadece 2 yıl yaşayabileceğini söylüyordu. Tedavi umudu ile gidilen Amerika’da da sonuç değişmeyince, Balkanlı ailesi için zor günler başlıyordu. Gün geçtikçe konuşmakta ve hareket etmekte zorlanan Sedat için 29 Kasım 1997 akşamı unutulmayacak bir jübile organize ediliyordu. Türk futbolunun önemli isimleri, önce Galatasaray-Fenerbahçe maçında ardından Yerliler Karması-Yabancılar Karması maçında, bu unutulmaz gecede iki gösteri maçı ile Sedat Balkanlı’nın yeşil sahalara vedası için bir araya geliyordu. Maç öncesinde alkışlar ile sahaya çıkarken gösterilen büyük ilgi karşısında gözyaşlarını tutamıyordu Sedat, çoğu taraftar gibi. Türk halkı amansız bir hastalığa yakalanmış evladına sahip çıkıyor, Sedat’ın ve ailesinin yanında olduğunu gösteriyordu o gece. Yeşil sahalara veda eden emekçisine güle güle diyebilmek için tribünleri dolduran binlerce taraftar, veda şarkılarını gözleri yaşararak söylüyordu biraz da.
İlerleyici bir sinir sistemi hastalığı olarak tanımlanabilen ALS; günler, aylar, yıllar geçtikçe etkisini gitgide gösteriyor, ameliyatlar, tedaviler sonuç vermiyor, önce konuşması, sonra yürümesi ardından da gözleri hariç tüm organları çalışmaz oluyordu Sedat’ın. Sadece gözleri ile iletişim kurabilen Sedat, eşi Şükran Balkanlı ile gözlerini hareket ettirerek alfabe yardımı ile iletişim kurabiliyor ve midesinden sonda ile beslenebiliyordu. Adına ne derseniz deyin aşk, sevgi, şefkat, vefa… Hayatını sevdiği erkeğe adayan Şükran Balkanlı, doktorların 2 yıl dayanabilir dedikleri eşinin yanından bir an olsun ayrılmıyor ve her türlü zorluğuna rağmen hayata inat, çocukları ile birlikte eşine bu amansız hastalık karşısında bıkmadan usanmadan destek oluyordu. Şükran Balkanlı, metanet ile şunları söylüyordu eşinin hastalığı ile ilgili: ‘‘Hayat devam ediyor. Her şeyi normal yaşıyoruz. Evde hasta var. Ama hastalık yok. Hastalıktan söz etmiyoruz. Sedat yaşamayı çok seviyor. Hiç isyankâr olmadı. ‘Çocuklarım için yaşamak istiyorum' diyor. Çok mücadele ediyor. Bizim yaptığımız sadece ona destek vermek.” Ailesinin büyük desteği ile hayata tutunan Sedat ise alfabe yardımı ile kurduğu cümlelerde umudunu ve hayalini şöyle dile getiriyordu: “Yemeklerin tadı, hayalimde. Unutmadım. Ailem, hiç kimse yanımda yemek yemiyor. Oğullarımdan, karşımda sucuklu tost yemelerini istiyorum. Onlar yerken, mutlu oluyorum. İyileştiğim zaman, sahilde sıcak ekmek ile beyaz peynir, yanında demli bir çay istiyorum. Sonra da arabam ile gezmeyi.” Eski takım arkadaşları, kulüp yöneticileri de ziyaret ederek moral veriyordu Sedat’a bu zorlu yolculuğunda. Maddi-manevi başa çıkılması oldukça zor olan bu hastalık karşısında dostları hiç yalnız bırakmıyordu onu ve ailesini. Öyle ki eşi şu cümleler ile dile getiriyordu durumlarını, umudunu ve hastalığın akıbetini: “Çok isyan ettim. Kızdım, bağırdım. Zaman ile her şey aşılıyor. Bunu yaşamak zorundayım. Hangimizin hayatı garanti ki? Hayatın ne kadar acımasız olabileceğini öğrendim. Kocamı seviyorum, oğullarımızı seviyorum. Hep ümitliyiz. Bir gün iyileşecek. Tıp çok ilerliyor. Kök hücre tedavileri ile ilgili gelişmeler umut veriyor. Çok şükür ki imkânlarımız hastamıza iyi bakmamıza yetiyor. İmkânsızlık ile uğraşan, bir lokma ekmeğin getirilmesini bekleyen ALS hastaları var. Onlar için dernek olarak çalışıyoruz.''
Evet, dünyada ünlü İngiliz bilim adamı Stephen Hawking, ülkemizde ise Fenerbahçeli Sedat’la tanınan ALS hastalığı için eşi Şükran Balkanlı’nın da üyeliğini yaptığı, 2001’de kurulan dayanışma ve destek amaçlı bir dernekleri var hastaların. ALS-MNH derneğinin kurucusu da bir ALS’li olan Trabzonsporlu İsmail Gökçek. Zira kendisi de şöyle açıklıyor bu hastalığın vahametini: “Bir ALS’li için hastalık ne kadar zor ise hasta yakını için de o kadar zor. Hasta yakınının davranışı bizim hayata bakış açımızı belirliyor. Daha olumlu ve umutlu oluyorsunuz"
Yıllar geçtikçe ALS ile savaşmayı, mücadele etmeyi ve onunla yaşamayı öğrenen Sedat Balkanlı’ya bu hastalığının yanı sıra bu kez de kanser teşhisi konuyordu. Direnci olmadığından kemoterapi tedavisi de göremiyordu Sedat. 12 senelik mücadelenin son günlerinde eşinin yanında olmayan Şükran Balkanlı, yine Sedat’ın isteği üzerine kutsal toprakları görmeye, eşinin şifası için Allah’a yakarmaya gittiği Umre seyahati dönüşünde öğreniyordu bu hastalığı ve eşinin kaldırıldığı Amerikan Hastanesi’nde onu görmeye gittiğinde Allah’a dua edip kocasını kendilerine bağışlamasını istediği sırada, Sedat eşine “Seni bekliyordum” diyor ve gözlerini kapatıp son nefesini veriyordu 2009 yılının 29 Nisan günü.
Sedat Balkanlı doktorlara inat tam 12 yıl ALS ile savaşını sürdürdü. Evinde onu hayata bağlayan birkaç şeyden biri olan televizyonun karşısında tek çalışan organı olan gözlerini kırparak çevresi ile iletişim kurmaya çalışıyordu, o ve onun gibi birçok bu hastalıktan muzdarip insan gibi. Elle dergisinin editörlüğünü yapmış Jean-Jacques Bauby’nin gerçek hayat hikâyesinden alınan ve birçok ödül kazanan, orijinal adı ile Le Scaphandre et le papillon, Türkiye’de gösterime girmiş ismi ile Dalgıç ve Kelebek; ALS hastalığına benzer şekilde locked-in adı verilen bir felç hastalığına yakalanan bir insanın gözünden hayatı anlatan, izlenmesi gereken unutulmaz bir film. Bu tip amansız hastalıklar ile yaşam mücadelesi veren, onunla yaşamayı öğrenmek zorunda olan ve yine de umudunu asla yitirmeyen insanların ve çevrelerinin hayatlarına dair zorluklarını biraz olsun anlamamızı sağlayan bir yapıt.

30 Ekim 2011 Pazar

Oyun,Set,Maç ve Şampiyon...

Sinan Erdem’de final günü çiftlerde Huber/Raymond ikilisinin galibiyeti ve şampiyonluğu ile başladı. Ardından beklenen maç için Çek Petra Kvitova ve Belaruslu Victoria Azarenka sahne aldı. Dün yarı finaldeki Kvitova fırtınası dinmek hatta durağanlaşmak bir yana, bugün finalde etkisini artırarak kasırgaya dönüştü. Öyle ki ilk seti 20 dakikada 5-0’a getirene kadar sahada tenisin tüm güzelliklerini sahaya yansıtan, parıl parıl parlayan bir Petra vardı, ancak Çek raketteki maç içinde o siyah ile beyaz arasındaki Radwanska ve Stosur’a karşı yaşadığı bariz değişim yine cereyan etti. Bir anda winnerlar basit hatalara dönüşüverince maçın başında 20 dakikada aldığı 5 seti yine 20 dakikada iadeli taahhütlü geri yolladı ve durum 5-5’e geldi. Girdiği zaman boşluğundan bu maçta da çıkmayı başaran Kvitova vuruşlarını bir anda tekrardan yörüngeye oturtmayı başarınca ilk seti 7-5 kazandı.
İkinci sette başa baş geçen ve 2-2 giden maçta ibre 5. oyunda Belaruslu raketin kırdığı servis ile kendisine yöneldi. Bundan sonra servis kırma avantajını koruyarak götürdüğü seti 6-4 kazanarak maçı şampiyonu belirleyecek son sete taşımayı bildi Azarenka.
Son sette 7 dakika süren ilk oyunda 4 kez servis kırma şansını kullanamayan Vika henüz final setinin başında önemli bir fırsatı ve belki de şampiyonluğu tepmiş oldu. Ardından Kvitova sunulan ikramı geri çevirmeyip rakibinin servisini kırarak durumu 2-0’a getirdi. Çek raket bu kez yakaladığı momentumu kaybetmedi ve Azarenka’nın servisinde set 5-2 iken yine o cezalandırıcı return vuruşu ile ilk şampiyonluk puanı fırsatını yakaladı ama geri adım atmadı Belaruslu tenisçi ve maçta kalmayı başardı. Ancak bundan sonra şampiyonluk için servis attığı oyunu kazanarak İstanbul’daki ilk senesinde WTA Sezon Sonu Şampiyona’sında kupaya uzanmasını bildi Petra Kvitova.

Seremoniye çıkan herkes, gerek tenisçiler gerek üst düzey tüm yetkililer 5 günde gelip Sinan Erdem’i dolduran ortalama yaklaşık 12bin seyirciye defaat ile teşekkür etti, öyle ki sevinsek mi üzülsek mi bilmiyorum ama ilk günler de dahil olmak üzere maç biletleri karaborsaya düştü. Sahada olup biteni anlamlı kılan, organizasyon boyunca herkesin beğenisini ve takdirini kazanan seyircimiz ve ev sahipliğimiz de böylece WTA ve kadınlar tenisine de rahat bir nefes aldırdı ve organizasyona da gelecek adına sağlam bir güvence verdi. Son olarak tenis seyirciliği konusunda ne kadar “underrated” bir ülke olduğumuz ortaya çıktı ve 2020 olimpiyat adaylığımız için de harika bir referans elde etmiş olduk.

29 Ekim 2011 Cumartesi

İstanbul'da finalin adı kondu

İstanbul’da Şampiyona’nın 5. Günü yarı final maçları ile başladı. Gün, tenisin üvey evlat muamelesi gören çiftler kategorisindeki ilk maç ile, Peschke/Srebotnik ikilisinin King/Shvedova çiftine karşı aldığı galibiyet ile başladı. Günün teklerde ilk yarı final maçında ise sezonun Wimbledon şampiyonu Çek Petra Kvitova ile Amerika Açık şampiyonu Avustralyalı Samantha Stosur karşılaştı.
Kvitova yarı finale çok motive bir şekilde fırtına gibi başladı desek yeridir, hemen maçın başında servis kırarak 2-0 öne fırladı, bundan sonra toparlanan Stosur, Kvitova’nın returnlerini savuşturup servis attığı oyunlarda kalmayı başardı, rakibinin servisini de kırarak ilk sette 5-4 öne geçmeyi başardı ve arkasına bakmadı. 21 yaşındaki Çek tenisçi dün Radwanska’ya karşı kötü başladığı maçta toparlanarak Polonyalıyı finallerin dışına itmişti, bugün ise rüzgarı arkasına alarak başlamasına rağmen baştaki fırtına yön değiştirdi, bir anda basit hataları artmaya başladı ve ilk seti 7-5 kazanan taraf Stosur oldu.
İkinci sette kendine gelen Kvitova hatalarını dizginleyip, iyi yaptığı işleri korta yansıtınca 6-3 ile maçı 3.sete taşıdı. Son sete tam olarak terminatör modunda giren Çek oyuncu 5-0 ile final kapısını ardına kadar açmış oldu. Finale tek oyun kalmıştı ki böyle kaliteli bir tenis maçına yakışır şekilde Samantha korta direnç koymayı başardı ama yeterli olmadı, karar setini de 6-3 ile kazanan Kvitova kariyerinde ilk kez katıldığı Sezon Sonu Şampiyonası’nda adını finale yazdırdı.
Petra’nın özellikle balyoz menşeili çift el backhand vuruşları Radwanska ve Wozniacki’yi tarumar etse de bugün Stosur gibi güçlü bir raket karşısında etkisini biraz kaybetti diyebiliriz fakat çok yönlülüğünü, 2000lerin başında Williams kardeşler ile başlayan power tenisin temsilcilerinden Samantha Stosur karşısında korta çok iyi yansıttı, gerek winnerları gerek aceleri, özellikle de returnleri ve file önü puanlarıyla WTA’in geleceği bu kızda diyebiliriz. Zaman zaman öyle bir maç izledik ki file önünde smaç ile bitirilen topları toplamaya tribünler de katılmak durumunda kaldı.
Teklerde yarı finalin diğer ayağında ise Belaruslu Victoria Azarenka, Rus Vera Zvonareva ile mücadele etti. Ülkemize geldi geleli her attığı adım olay olan Sharapova’nın son maç öncesinde sakatlığını öne sürerek turnuvadan çekilmesi ile Şampiyona’ya yedek olarak katılan Fransız Marion Bartoli grubun son maçında ilk iki maçını kazanarak yarı finali garantilemiş olan Azarenka’ya rakip oldu. Belki de bir tenisçinin şu şartlarda karşılaşmak isteyeceği son oyuncu Bartoli zira gerek rakibini gerek izleyenleri dahi yoran hareketliliği, Belaruslu raket için zaten formalite icabında olan maçı angaryaya çevirdi. 2 saatten uzun süren maçın sonuna doğru, Viki’nin yüz ifadesi her şeyi özetledi. Zvonareva tarafında ise yarı final öncesi ipler kendisinin elinde değildi, grupta aldığı tek galibiyet sonrasında bir anlamda averaj hesabı ile adını yarı finale yazdırmıştı.
Maçta Zvonareva’nın performansına baktığımızda elenen Radwanska’ya yazık oldu diyebiliriz, şu maçta yine harika bir direniş izleme fırsatından mahrum kaldık. İlk set karşılıklı servis kırmalarla başladı ancak daha sonra Azarenka direksiyona geçerek rakibine 6-2’lik üstünlük kurdu. İkinci sette de yine yolladığı winnerlar dışında maçı alıp götürebilecek ışığı hiç gösteremedi Vera. Neticede 6-3 ile ikinci seti de kazanan Belaruslu raket Victoria Azarenka finalde Petra Kvitova’nın rakibi oldu. Grup maçlarında gösterdikleri performans ile beklenen final de gerçekleşmiş oldu.
Günün özetini yapacak olursak, yarı final gününde Sinan Erdem’i hıncahınç dolduran taraftar önce aperitif olarak çiftler yarı finalinde Peschke/Srebotnik ikilisinin galibiyetini izledi, ana yemekte ise harika bir Kvitova-Stosur ziyafeti çekerek tenise doydu, ardından Azarenka’nın Zvonareva önünde zorlanmadan aldığı galibiyeti ise tatlı niyetine koltuklarına şöyle bir yaslanarak keyifle izledi. Enfes bir tenis ziyafeti çekip daha fazlasını istemeyen çoğu taraftar ile hiçbir tv kanalının da yayınlamaya gerek görmediği gecenin son maçında çiftler yarı finalinin diğer ayağında ise Huber/Raymond ikilisi Dulko/Pennetta çiftini geçmeyi başardı. Sonuç olarak Cumhuriyet Bayramımızın 88. Yılını kutladığımız, kadın tenisinin en üst seviye isimlerinin korta çıktığı bugün, top toplayıcı çocukların ay yıldızlı t-shirtler ile kortta koşturduğu ve tribünlerin kırmızı ağırlıkta olduğu bir bayram gününde tıka basa tenise doymuş olduk.

26 Ekim 2011 Çarşamba

WTA Günlüğü..

3 yıl boyunca İstanbul’da yapılacak olan WTA Sezon Sonu Şampiyonaları’nın 2011 ayağı bugün başladı. Turnuva boyunca teklerde ve çiftlerde toplam 4 milyon 900 bin dolar gibi bir ödülün dağıtılacağını belirtmek lazım zira zamanında sponsor dahi bulmakta zorluk çekilen WTA turun kurulduğu 1973 yılından beri tarihine baktığımızda, bu organizasyon için özellikle kurucusu efsane Billie Jean King’in verdiği emeklerin karşılığının fazlasıyla alındığını söyleyebiliriz. Öyle ki artık tek bir Grand Slam kazanan tenisçi, efsane isimlerin kariyeri boyunca kazandığı ödül miktarına ulaşabiliyor. Bu durumda çoğu tenisçi bunu emeklilik primi olarak görüp daha fazla çalışmaya ve çabalamaya gerek duymayarak, bizleri nerede o eski bayramlar minvalinde nerede o eski tenisçiler demek durumunda bırakıyor. Hele ki medya tenisçilerin güzelliğini kullanmaya başladığından beri kimi raketlerin kortlara daha az zaman ayırdığı faktörünü de unutmamak lazım.
Turnuvaya gelecek olursak, açılış maçında Çek Petra Kvitova Rus rakibi Vera Zvonareva’yı 2 sette mağlup etmeyi başardı. Sinan Erdem’de seyircilerin büyük bir kısmının Rus raketi desteklediğini de belirtmek lazım ancak ikinci setteki kıpırdanışı dışında maçı kazanacak bir oyun sergileyemedi Vera. Maç sonrası omzundaki rahatsızlığın tabii ki etkili olabileceğini söylerken rakibinin üstün oyununu da kabullendi Zvonareva ki son Wimbledon şampiyonu Kvitova’nın rakibine nefes aldırmadığı bir maç izledik diyebiliriz. Performansı ile gerçekten de bu şampiyonanın favorilerinden biri olduğunu gösterdi.
Günün ikinci maçında 1 numaralı seribaşı Wozniacki, şampiyonaya küçük çapta bir mucize gerçekleştirerek katılan Radwanska ile mücadele etti. Radwanska İstanbul’a gelmeden WTA turda katıldığı son 3 turnuvadan ikisini, Pekin ve Tokyo’yu kazanarak ilk 8’e kendini atıp İstanbul biletini almayı başarmıştı. Sinan Erdem’i dolduran taraftarın tenise doyduğu maç bu oldu diyebiliriz zira yer yer 90’lardaki tenis kalitesinin tenis severleri büyük bir coşkuya zerk ettiğini söyleyebiliriz. Gerek uzun ralliler gerekse müthiş vuruşlar sonrası gelen winnerlar ile iki yakın arkadaş arasında geçen çok çekişmeli bir maç izledik
İlk sette iki kez set sayısı çeviren Polonyalı raket seti 7-5 kazanmayı başardı. Ancak Wozniacki’nin maçı bırakmaya niyeti yoktu, 2. sette rakibine bariz üstünlük kuran Caroline maçı 3. sete taşıdı. Maç boyunca servisleri dalgalı kurda seyreden Radwanska bir türlü istikrarı yakalayamadı, ilk servisini oyuna soktuğu her oyunda rakibine zor anlar yaşattı fakat Wozniacki gibi dirençli bir rakete karşı oynuyorsanız oyunun her alanında istikrarı yakalamanız gerek zira Danimarkalı raket her ne kadar Grand Slam kazanamamış olsa da ki henüz 21 yaşında olduğunu hatırlatalım, dünyanın bir numarası olmasını oyunun her bölümündeki direncine ve en azından standart performansının altına düşmemesine borçlu. Son yıllarda kadın tenisinde göremediğimiz istikrar sorununun üstesinden gelmeyi başaran yegane tenisçi konumunda. Son sette 5-4 geri düşen Radwanska 2 kez maç sayısı da çevirmesine rağmen daha fazla direnemedi ve şampiyonaya yenilgi ile başladı. Maç boyunca tribünlerin nabzını tuttuğumda doğal olarak popülaritesi ile Wozniacki desteği arkasına alan taraftı ancak dakikalar geçtikçe, Polonyalı raket korta hükmetmeye başlayınca bu destek Radwanska’ya doğru evrilmeye başladı ve denge kurulur gibi oldu.
İlk günün son maçında ise son Amerika Açık şampiyonu Stosur, 8 tenisçi arasında kariyerinde WTA şampiyonluğu bulunan tek isim ve herkesin merakla beklediği Sharapova ile karşılaştı, tribünlerin yoğun desteğine rağmen Rus raket çok formda olan Avustralyalı Samantha Stosur’a karşı direnemedi. İlk gün maçları arasında en kaliteli olanı hiç kuşkusuz Wozniacki-Radwanska maçı idi.
Son olarak sevindirici bir unsur, belki de kimsenin beklemediği bir şekilde Türkiye’de genel olarak bir tenis seyircisi oluştuğunu da görmüş olduk zira tenisçiler bile maç sonunda yaptıkları röportajlarda şaşkınlıklarını gizleyemediler. Henüz ilk günde tribünlerdeki seyirci sayısı 10.000’in üzerindeydi ki zaten Vera Zvonareva’nın “iş günü saat 17’de bu kadar yoğun bir taraftar ve böyle bir atmosfer beklemiyordum” açıklaması sanırım bu konuyu özetlemeye yetecektir. Gözüme çarpan sorunlardan bir tanesi çoğu seyircinin maç esnasında yerini terk etmesi oldu fakat ilk kez böyle bir tenis organizasyonuna ev sahipliği yaptığımızı düşünürsek buna da kısa zamanda uyum sağlayabileceğimizi düşünüyorum. Bunun dışında oyun esnasında pozisyonlara verilen tepkiler olarak bir Wimbledon seyircisinden eksiğimiz yoktu, tabii Wozniacki’nin smaç voleye çıkarken yanımdan gelen yapıştır sesini tenzih ediyorumJ Genel olarak organizasyon ve atmosfer anlamında herkesin beklentisinin üzerinde bir turnuva başlangıcı yaptık diyebiliriz.

11 Eylül 2011 Pazar

Olduramadık..


2011 yılı...Dopdolu bir yaz dönemi geçirdik spor bazında, sadece isimlerini yazsak başlı başına bir yazı oluşturabilir lakin spor müsabakaları ile dolu o yaz aylarının yer aldığı takvim yaprağını artık çevirmenin zamanı geldi. Ağustos sonu başlayan, sıcak günlerin ülkemizi terk etmeye yüz tutması gerekirken direnip kavurmaya devam ettiği bu Eylül günlerinde devam eden Avrupa Şampiyonası'nda millet olarak benimsediğimiz 12 Dev Adam en azından olimpiyat bileti için geldiği Litvanya'da ne yazık ki bugün itibarıyla eve dönüş hazırlıklarına başladı.

Hazırlık döneminde ortaya koyduğumuz performans pek iç açıcı olmayınca herkesin kafasında yine mi hayal kırıklığı olacak soruları dolaşmaya başlamıştı bile yine de Dünya ikincisi apoletiyle geldiğimiz Panevezys'ten Vilnius'a geçişimizin kolay olacağı kanısındaydık fakat grup maçlarında Polonya'ya mağlup olunca hiçbir iddiası olmayan Büyük Britanya'nın eline bakar konuma geldik, sonuçta Deng ve Freeland ikilisi bizim yapamadığımızı yapıp Lehleri yenip, evine yolladı. Ertesi gün Türk basınının 12 Dev Adam başlığı altında Britanyalı oyunculara yer vermesi de oldukça manidardı. Bu arada son maçta turnuvanın en büyük favorisi İspanya'yı yenerek, yeryüzündeki her takımı yenip her takıma da yenilebilecek o biz Türklere has özelliğimizi bir kez daha sergiledik. Neticede bir şekilde kendimizi Vilnius'a, ikinci grup maçlarına atmayı başardık.

Vilnius'ta iki galibiyet alsak hatta tek galibiyet alsak da yeter şu gün bunu yeneriz ertesi gün onu da yendik mi berikini yenmemize gerek bile kalmaz hesapları zuhur etmeye başlamıştı ki ihtimaller denizinde boğulmaya gerek kalmadan iki ekol Fransa ve Almanya'ya yenilerek bugüne geldik, basketbolu ata sporu olarak gören iki milletten (zamanın Sovyetleri ve Yugoslavyası) biri finallerin yapılacağı Kaunas ile aramızdaki tek engeldi artık. Önce Sırpları yenmek ve boğulmamak için de ev sahibi Litvanya'ya sarılarak, onların Alman harikası Nowitzki'nin takımını durdurmasını beklemek zorundaydık yani yine ipler bizim elimizde değildi.
Diğer tarafa, rakibimiz Sırbistan'a baktığımızda, bizimle karşılaşmadan evvel oynadıkları İspanya maçından önce, ufak ufak kurt hoca Ivkoviç'in bilerek maça asılmadığı konuşulmaya başlandı zira gruplarda karşılaştığı, kupadaki en büyük rakibi İspanya'ya yenilerek hem onları rehavete sokmak hem de turnuvaya devam edebilmek için Türkiye'yi zaten yenmek zorunda oldukları için bu taktiği düşünmüş olabilir tecrübeli hoca. Tarihte bu tip bir taktiğin öncüsü olan örneği de belirtmek gerek aslında bu noktada. Böyle bir olay 1954 Dünya Kupası'nda aslen Jules Rimet Kupası'nda, tarihimizde ilk kez katıldığımız bu kupada cereyan edecekti ki başrolde yine biz olacaktık. Zamanın kurallarına göre oynanan grup maçlarından sonra eşitliği bozup üst tura çıkmak için Almanlar ile play-off oynamak zorundaydık, Panzerler, kupanın en büyük favorisi Kocsis'li, Puskas'lı Macarlar ile karşılaşıyordu, işte bu noktada ileride olası bir Macar eşleşmesini de düşünerek, Almanların kurt hocası Sepp Herberger grup maçında zaten bir kez yendiği Türkleri play off maçında da yeneceğini düşünerek yedek kadro ile Macar maçına çıkıyor ve 8-3 gibi bir hezimet yaşıyordu. Maçın ardından gazetelerde "Basketbol maçı mı" diye alaylı başlıklara maruz kalıyordu Alman milli takımı, fakat haklı çıkmıştı Herberger, Almanlar bizi play-off'ta, kupaya devam edebilme maçında rahat bir şekilde(7-2) yenerek sonuna kadar gidip, finalde yine Macarlar ile karşılaşıyor bu kez as kadrosu ile sahaya çıkarak(3-2) kazanıp, kupaya uzanıyordu. Oynadığı kumarı da kazanıyordu Herberger "taktik zaferini kazanan hoca" olarak da tarihe geçiyordu. İspanya maçında, Sırpların çok kolay teslim olup farklı yenilmesi de bu tip bir akıl oyununa tekabül ediyor.

Sırplar üç sayı tehdidi üst seviyede olan bir takım, yeni Efesli Savanoviç, Keselj, formda bir Tepiç, pota altında NBA'in sillesini yemiş bir Krstiç ve tabii ki Teodosiç ile aynı zamanda turnuvanın İspanyollardan sonra gelen favorisi. Milli takımımıza baktığımızda sakat Semih Erden ve Kerem Gönlüm'ün olmadığı, sakatlıktan yeni kurtulan Sinan'ın da eski performansından uzak olduğu ve ilk iki maçta son anda kafileye dahil edilen, Amerikalıların "Garbage Time" dedikleri maçların koptuğu dakikalarda oyuna girebilen İzzet'in yer aldığı dar bir rotasyonla hayatta kalmaya çalışıyorduk zira son maçlarda gitgide daralan rotasyonumuz 9 kişiye düştü.

Geçtiğimiz yıl İstanbul'da Dünya Şampiyonası'nda Kerem'in unutulmaz turnikesi ile devirdiğimiz Sırplar karşısına tamam mı devam mı maçına çıkıyorduk, bir kez daha bu ekol ile çarpışmak zorundaydık.
Artık herkes Hidayet'in ve Ersan'ın sorumluluk almasını bekliyordu ki maça Hidayet üzerinden kurduğumuz oyunlarla başladık ama göz göre göre gelen Teodosiç fırtınasına önlem alamadık, devreyi de 36-28 geride kapadık. İkinci devrede Ömer Aşık tüm turnuva olduğu gibi ekmeğini taştan çıkarmaya devam etti ve takımımızı oyunda tuttu, tabii bu arada henüz 19 yaşında olan Enes Kanter'e de ayrı bir parantez açmak lazım, "Kanterlain" lakabını hak ettiğini her geçen gün ortaya koyuyor çiçeği burnunda NBA oyuncumuz zira 2 yıldır profesyonel basketboldan uzak kaldığını da unutmamak lazım. Pota altına baktığımızda Gasol kardeşler ile birlikte turnuvanın en güçlü uzunlarına sahip olduğumuzu söylemek yanlış olmaz. Serbest atış, dış şut, zaman zaman düşen takım savunmamız ve takım oyunumuza rağmen son çeyreğe Kerem'in de şut soktuğu bir günde başa baş girmeyi başardık. Basketbolda atan mı kazanır tutan mı klişesi üzerine çok şey söylenebilir, Avrupa basketbolunun gereklerini yerine getirerek iyi savunma belki istikrarlı maç kazandırabilir ama atamadığın zaman, hele serbest atış ve üçlük girdiğinde altın bulmuş gibi sevinir duruma geldiğimiz, çizgiden %50ler ile attığımız ve iki el parmaklarını geçemeyecek kadar üçlük isabeti bulduğumuz maraton gibi bir turnuvada nereye kadar gidebileceğimiz şüpheliydi. Neyse ki son çeyrekte Sırpların parke üzerinde tepük oynama hevesleri zuhur etti de her şeye rağmen oyuna ortak olabildik ve tüm olumsuzluklara rağmen maçı son topa kadar taşımayı başardık, son 4 saniye sonrasında ya İstanbul biletlerimizi cebimize koyup eve dönecektik ya da finallere kalıp madalya için savaşacak, en azından olimpiyat kontenjanı için mücadele edecektik ama ne yazık ki nadiren oynayabildiğimiz son topu yine kullanamadık, yine olmadı.(67-68) Neticede Ivkoviç'in düşüncesi haklı çıktı, Türkiye'yi geçip yoluna devam ediyor. 1954'te Herberger'in akıl oyunları işlemiş ve kupayı en büyük rakibi karşısında kazanmıştı Almanlar. Kim bilir belki de bu sayede bu kez Sırbistan finale kadar gidip grupta maçı bıraktığı en büyük favori İspanya karşısında kupayı kaldıracaktır.

Birkaç örnek vererek bağlayalım, 2.13'lük Alman Nowitzki basketbola 15 yaşında başladı, 33 yaşında ve hala azimle, inatla çalışmaya devam ediyor, potayı göremediği yerlerden bile şut atabilecek raddeye ulaştı ve geldiği nokta ortada. 2.15'lik İspanyol Pau Gasol 31 yaşına geldi ve hala oyunumu nasıl geliştiririm diye düşünüp ekstra 3 sayı antrenmanları yaparak lügatına böyle önemli bir silahı da katmayı başardı, kardeşi Marc 20 yaşından sonra şut atmaya başladı ama nasıl? Tarihteki yeri ne olursa olsun Adolf Hitler'in bazı sözleri çok vurucudur, onlardan biri de Arbeiten!Arbeiten!Arbeiten! sanırım bize de gerekli olan mantalite bu...